Hrant’ın yasını yazarak tuttum

Milliyet gazetesi yazarı Ece Temelkuran, yıllardır incelikli üslupla kaleme aldığı yazı ve röportajlarla, siyaset ve gündelik politikaya farklı bir açıdan bakıyor. Yakın dostu Hrant Dink’in ölümünün ardından Ermeni meselesinin peşine düşen Temelkuran, “Ağrı’nın Derinliği” ile tarihte olanları, adlandırma krizinin dışında bıraktığını ve Dink’in yasını yazarak tuttuğunu söylüyor.

Hrant Dink ilk söylediğinde yazmaya gönüllü olmadığınız “Ağrı’nın Derinliği”, bir gönül borcu muydu, yıllardır aklınızda olan bir kitap mıydı?

Hiçbir şekilde yıllardan beri aklımda olan bir kitap değildi. Fakat Hrant’ın ölümüyle bambaşka bir şeye dönüştü. Bu ülkede Ermeni ve Türk milliyetçiliği hakkında ciddi sıkıntılar var. Türk milliyetçiliğine dokunan her şey birazcık kıl bir refleksle reddediliyor. O yüzden bu konuda samimi olduğunuzu ayrıca ispat etmeniz gerekiyor. İspatlama zorunluluğu, bu kitabı yazma nedenlerimden en önemlilerinden birisiydi. Çünkü onu ispatlamanız mümkün değil. Bu anlamda, aslında yazmak istemediğim bir kitabı yazdım. Fakat Hrant’tan sonra başka hiçbir şey düşünemez oldum, ben de yasımı böyle yaşadım. Yani bu kitabı yazmam gerekiyordu.

OXFORD’A, YAZDIKLARIM EKSİLMESİN DİYE GİTTİM

Oxford’a gidişim planlanmış bir şeydi. Bu kitabı yazmaya karar verdikten sonra, bu kitabı nerede yazmalıyım, sorusuna yanıt aradım ve Türkiye’de yazmak istemedim. Burada kalmanın, farkında bile olmadan söyleyeceğim şeyleri eksiltebileceğini düşündüm. Oturup kendimle de yüzleşmem gereken bir kitap oldu. Avrupa Çalışmaları Enstitüsü ve Reuters Enstitüsü’nün meeting fallow’uydum. Yarı hoca-yarı konuk gibi bir durumdu. Oraya önce böyle bir kitabı yazacağıma dair bir proje gönderdim ve öyle aldılar. Hrant’ı, kitabı ve Türkiye’yi uzun uzun anlatmak zorunda kaldım. Çünkü şimdi egemen olan siyasi görüş tarafından o kadar büyülenmiş ve ele geçirilmiş bir entelektüel ortam var ki, önce kafalarındaki bazı şeyleri düzeltmek gerekiyor.  

“Entelektüel endüstriden dolayı bu işin peşinden gitmek istemedim.” Bu endüstriyi kimler elinde tutuyor ve insanları bu konuların üzerine gitmesini engelliyor?

Öncelikle bu konuda taraf tutmamız bekleniyor. Bir de insanlar tarafından şöyle bir entelektüel bir atmosfer yaratıldı: “Soykırım” deyip kendi kurtuluşunu yaşayanlar ve diğerleri… Batıda bu şekilde olduğu zaman daha beğeniyle karşılaşıyorsunuz. Bizde ise bu sözcüğü kullandığınızda reddediliyorsunuz ve hain ilan ediliyorsunuz. Özellikle bu çelişki üzerine bir kitap yazdım. “Ağrı’nın Derinliği” tarihte olanları adlandırma krizinin dışında tutmaya çalışıyor kendini. O endüstri biraz yanlış şeyleri es geçiyor. Adlandırma kavgası nasıl eksiltiyorsa, o endüstri de bir şeyler eksiltiyor.

Bıçak sırtı bir mesele ve söyleşilerdeki “Siz Türk müsünüz?” sorusunun kimi zaman yarattığı kızgınlıkla baş etmeyi nasıl başardınız?

İki tip duygu oluyor. Ya Türklüğü ön plana çıkarıyorlar, ya da tamamen bu kimliği reddediyorlar. Türkiye’den gelmiş olma, gerçeğini reddetmeyi beraberinde geliyor. Her ikisi de insanın kim olduğunu yanıltan, bozan bir şey. Her ikisi de çok lüzumsuz bir şey ayrıca. Ama bunları aşmak için kendinize birçok soru sormanız gerekiyor. Ve her görüşmenizde soru sorarken, ben şimdi ne diyorum ve niye diyorum, demeniz gerekiyor. Bu kitap aslında bunun üzerine bir kitap. Yani niye insan dışarı çıktığında milliyetçi olur ya da niye reddetmek ister? Bu Türklük meselesi nedir? En eğitimli, en kafası çalışan insanları bir anda çok bayağı denecek bu çıkmazın içine sokan ne? Ya da problemli olan şey ne? Bu ve benzer soruların peşine düştüm.

ANNE OLSAM HİÇ FENA OLMAZDI!

Anne olmak istiyorum ama yaptığım iş diğerlerine benzemiyor tabii ki. Yazma ile nasıl gideceğini bilemiyorum. Yazmak da anne olmak da çok bencilce bir duygu aslında. Bir başkasını istemiyor. Yazma uğruna da diğer duygulardan fedakarlık etmek gerekmiyor. Ne olursa olsun, ölümlü dünyada yaşıyoruz. Bir yeğenim var: İsmi Max. Bana geldiğinde evim altüst etmesine rağmen, onunla olmak müthiş bir duygu. Bir bebeğe yemek yedirmek, doyurmak bile olağanüstü bir duygu. Çocuk sahibi olduktan sonra, röportaj yetişti mi, kitap kaç sattı, o gazete niye manşete beni koydu, gibi soruların bir anlamı kalmıyor diye düşünüyorum. Bunu kaçırmak istemem.  

EMPATİDEN ÇOK KONUŞKAN SESSİZLİĞİN ÖNEMİ

1915 olayı yaşananlar… Bir tek bu konuda “empati” kelimesi devreye girmiyor sanki…

Empati tabii ki önemli ama ben daha çok “konuşkan sessizliğin” işe yarayacağına inanıyorum. Bugüne kadar konuşamadıkları için, sessiz kaldıkları için o insanlar acı çekiyor. Dolayısıyla o sessizliği ortadan kaldırmak için iyi birer dinleyici olmak gerekiyor. Türkiye’nin ve bizlerin dinlemeyi öğrenmemiz gerekiyor. Tedavi oluyorlar, demiyorum ama hiç değilse her iki taraf için de konuşmanın yolu açılıyor. Empatiden de önce hiç kimse ya da herkes gibi dinlemek gerekiyor.

Kadın gazeteci-yazar olmanın getirdiği zorlukları, hayatınızın her alanında yaşadınız mı?

Kadınların ciddiye alınması için erkeklerden 10 kat daha yetenekli olmanız gerekiyor! Bu bir gerçek. Kadın köşe yazarlarının yazdıklarını bir erkek yazar yazsa kimse okumaz ama yazıyı yazan kadın olduğu için okunuyor. Kadın-yazar olduğunuzda sadece köşeye değil bir podyuma da çıkıyorsunuz. Bakıyorlar ve bir gün ayağınız kayacak diye bekliyorlar ya da eteğiniz açılacak diye bakıyorlar ne kadar ciddiye alsalar da.

YÖNETİCİNİN CİNSİYETİ DEĞİL KİM OLDUĞU ÖNEMLİ

Yöneticinin kadın ya da erkek olmasının önemi yok. Önemli olan kim olduğu. Mesela Nurcan Akad kadar insanı destekleyen ve motive eden bir insan olamaz. Sedat Ergin de benim gazetecilik yapmama izin vermiş bir yönetici… Ama insanlarından kafalarındaki “korkunç kadın” sıkıntısını anlayabiliyorum. O kadın bir yerde başına gelen şeyleri ödetiyor da olabilir. Ya da öyle olmak zorunda bırakılıyor. Çünkü kadınlardan o kadar çok korkuyorlar ki, sürekli bastırmak istiyorlar. En verimli olduğu dönemde, 45-50 yaşında da kenara atmak istiyorlar.  

YALNIZLIĞI OLMAYAN BİR İLİŞKİ, HAPİSHANE GİBİ BİR ŞEY

Kadın-erkek ilişkisi hakkında, iki ayrı dünyanın tek bir hayatın içinde eritilmemesi gerektiğini söylüyorsunuz. Kadınların, “başka bir hayat kuramam ki” endişesinin temelinde neler saklı?

Yazamamak ve gidememek... Bunların olmadığı bir hayatta ben olmak istemiyorum. Yazmak çok önemli ve birisi hayatına girdiği zaman onun da ne istediğini düşünmeye başlıyorsun farkında olmadan. Bu genel yayın yönetmeninin yaptığı sansürden çok daha tehlikeli. Yazacağın bir zamanı ve yalnızlığı ayırmıyorsun kendine. Yalnızlığı olmayan bir ilişki, hapishane gibi bir şey.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...