Sekiz kadının annelik hikayesini anlatma fikri nerden çıktı?
Uzun bir kış boyunca yazdım bu hikayeleri. Kendi anneme uzun uzun bakıyordum. Nedir bu annelik hali diyordum kendi kendime. Son on beş yıldır ben de anneydim. Kadın kısmı anne olunca ne oluyordu? Dünyaya bakışı bir anda değişiyor muydu? Tabii bunları keskin bir bakışla değil de doğal, hatta dalgın bir bakışla gözlüyordum. Gözüme hep tuhaf şeyler çarpıyordu. Canımı sıkan, heyecanlandıran, üzen, bazen kedere boğan, sinirlerimi bozan, güldüren, acıtan ya da sevindiren ufak tefek ayrıntılar. Sonra yazmaya başladım. Kış boyunca bu hikayeler hızla yazıldı ve ilkbahar geldiğinde yayınevindeki editörüm Belce’yi aradım. Bunlardan kitap olur mu acaba diye sordum. Sağ olsun okudu ve ‘olmaz mı’ dedi. Aklımdaki Yılan böyle doğdu.
Kitabı bitirdikten sonra kendi anneliğinize dair yeni şeyler keşfettiniz mi?
Hırçınlığım azaldı. Hırslarım törpülendi. Anlayışım kat be kat arttı. Anneliğin insan hayatında sıradanlığını keşfettim mesela. Anneliğe yüklenen anlamların kofluğunu fark ettim. Kendi anneliğime dair en büyük keşfim ise çocuklarımın benden bağımsız bireyler olduklarını kafama iyice oturtmuş olmam. Anneliğin bu kadar yüceltilmesinin altında kadının sosyal hayattan uzak tutulması gibi gizil kaygıları da gördüm.
ANNELİK BİR MESLEK DEĞİL
Annelik, emekliliği olmayan meslek ve bir nevi refakatçilik, diyorsunuz. Bu bitmeyen süreci bir kadın nasıl düzenlerse daha mutlu olur?
Annelik tanım olarak katiyen bir meslek değil. Ben de hikayemde bu tanıma eleştirel yaklaşıyorum aslında. Kadınlar anneliği o kadar çok ciddiye alıyor ki, ölene kadar başka hiçbir şeyle bir daha o denli ilgilenmiyorlar diyorum hikayelerimde. Bence annelik gerçeklikten müthiş bir kopuş hali. Kadınlar ‘gerçek’ yerine kendilerine sunulan cicili bicili bir simülasyon oyununu tercih ediyorlar gibi. Etrafınıza bir bakın allah aşkına, sadece baba olarak ömrünü geçiren kaç erkek var? Sadece anne olmak yetiyor çoğu kadına.
Maliye mezunusunuz. Bir süre bankacılık yaptığınızı da biliyoruz. Sabah 9 akşam 6, çocuklarından ayrı kalan annelerin işi daha mı zor?
Anneliği yüce bir mertebe olarak gören kadınlar için gerçekten bir işkenceye dönüşebilir dokuz altı çalışmak. Pek çok kadın sabah altıda uyanıyor. Çocuğunun kahvaltısını hazırlıyor. Üstünü başını giydiriyor. Nazını çekiyor. Şanslıysa yakınlarda oturan annesine bıraktıktan sonra işine gidiyor. Akşam yine aynı süreç tekrarlanıyor. Patlayacak bomba gibi oluyor haklı olarak. Sinirleri yıpranmış, yorgun, perişan. Bankada çalıştığım yıllarda böyle kadınlar tanıdım.
Peki bunun en kötü yanı ne?
Elbette vicdan azabı. Yani kafanızda “bir kadın evinde oturmalı ve çocuğunun her ihtiyacını karşılamalı” gibi bir düşünceyle dolaşıyorsanız, dokuz altı çalışmak gerçekten işkence olur sizin için. Çünkü yanlış bir şey yaptığınıza inanırsınız. Allahtan böyle düşünmeyen kadınlar var. Onlar, çalışan annelerin çocuklarının çok daha sorumluluk sahibi olacağını biliyor. Yatağını sen toplamalısın, yemeğini buzdolabından kendin almalısın, ödevlerini tek başına yapmalısın, çünkü ben çalışıyorum diyor ve bana göre de çok daha sağlam ruhlu çocuklar yetiştiriyorlar.
RAHAT BİR ANNE VE EŞİM
Yazar ve karikatürist Metin Üstündağ ile evlisiniz ve iki oğlunuz var. Evinizde nasıl bir düzen var?
Evimiz çok mahrem. Bunları anlatmak istemem; çünkü yalnız benim hayatım değil. Söyleyeceğim her söz oğullarım ve kocamı da ilgilendirir. Yalnız kendi anneliğime dair şunu söyleyebilirim: Ben rahat bir anne ve rahat bir eşim. Ne karılığı ne de anneliği bir olağanüstülük olarak algılıyorum. Hayatın sıradan rutinleri arasında görüyorum ve gereklerini elimden geldiği kadar yerine getirmeye çalışıyorum, o kadar.
NEDEN ÇALIŞAN BABA KAVRAMI YOK?
Çalışan anne kavramı üzerine ne düşünüyorsunuz? Çalışan baba diye bir kavram yok mesela ve genellikle tüm yük annelerin üzerinde…
Ben de onu diyorum. Çalışan baba yok işte. Ömrünü baba olarak geçirdiği için işe gitmeyen, çalışmayan baba yok. Erkekleri suçlamak kolay ama ben bu kolay yolu seçmeyeceğim ve şunu diyeceğim: (Yeni bir şey de değil aslında ama!..) bu bir sistem sorunu. Hani şu gelişmiş ülkeler diye andığımız ülkeler var ya, oralarda çocukların diş kontrolü için bile anneler telefonla aranıp haberdar ediliyor. Devletler, hükümetler annelere güven veren kreşler, yuvalar, anaokulları açmakla ve onları denetlemekle kendini mesul kılmış ve başarılı da olmuş. Ha oralarda problemler yok mu? Kadınlar çok mu rahat? Kreşler cennet gibi mi? Belki öyle belki değil, ama genel olarak bunu halletmişler mi, halletmişler. Ben size bir şey diyeyim mi, oralarda kadını iş hayatında ya da meraklarının peşinde görmekten korkmuyorlar. Bizde ise en dipte böyle korkuların olduğunu düşünüyorum ben. Sosyal hayatta kadını canlı ve neşeli görmekten rahatsızlık duyan bir toplum olduğumuzu düşünüyorum.
HAZIR KURTULUŞ YOK!
Bir kadının pek çok toplumsal rolle hayatına devam etmesi çalışma hayatını da özel hayatını da etkiliyor. Bundan kurtuluş yok mu?
Öyle hazır kurtuluş yok efendim! Kimse kafasını duvara toslamadan durumu tam olarak anlamıyor, kanımca temel mesele bu. Feministler iki yüz yıldır genç kızlara anlatıp duruyor. Toplumsal rolleri benimsemenin rahatlığına kanmayın, kabak başınıza patlar, hayatınız ellerinizden sabun gibi kayıp gider diyorlar ama bizim gibi ülkelerde insanlar birbirine feminist diye hakaret ediyor düşünsenize. Önce şirin küçük kız olmanın sevinci, sonra genç kız olmanın ve arzulanmanın dayanılmaz cazibesi, nihayet anne olmanın kimi konforları… Tabii aynı sürecin sıkıntıları da sıralanınca alt alta.. derken derken yaşlanıp geriye baktıklarında kendilerini bomboş ve bir işe yaramamış hissediyorlar. Üstelik çok da cefa çekmişler. Ondan sonra başlıyor “annelik fedakarlıktır”, “cennet annelerin ayakları altındadır” “yemedim yedirdim giymedim giydirdim”ler… Kadınların içindeki büyük boşluğu bu aldatmacalarla doldurmak kaçınılmaz oluyor.
KENDİNİZİ DÜNYANIN MERKEZİNDE GÖRMEYİN
“Doğum yapmak da benim için sıradan bir şey” diyorsunuz. Bunun aksini düşünen o kadar çok kadın var ki…
Sanırım her şey kendimizi dünyanın merkezinde görmemekle başlıyor. Hayatın devamlılığını sağlamak tabii ki çok çok önemli bir iş ama bir düşünsenize dünyada aynı göreve talip milyarlarca kadın var. Akıp giden hayata mütevazı bir katkı sağlamak, kalıcı bir iz bırakmak için uğraşıp didinmek de güzel ama bu sadece çocuk doğurarak olabilir mi?
Eşiniz Metin Üstündağ da yazıyor... İki yazarın yaşadığı bir ortamda dengeyi daha çok kim sağlıyor?
Toplumsal kalıplardan sürekli sıyrılmaya çalışıyoruz. Zaman zaman kendimizi kaptırdığımız oluyor ama sonra farkına varıp bu duruma gülüyoruz. Ortak denge de önemli ama galiba daha önemlisi kendi iç dengelerimizi korumaya çalışıyoruz ve birbirimizin sınırlarını zorlamıyoruz.
Bir röportajınızda “Evimizde annenin ve babanın yapacakları listesi yok” diyorsunuz. Temel düsturunuz onlara özgür hareket alanı sağlamak mı?
Ne anne baba olmayı ne de aile olmayı bir kariyer planlaması olarak gördüğümüz için böyle bir liste yok gerçekten. Çocuklarının hayatını an be an planlayan anne babalara şaşırıyorum. Eskiden annelik babalık çocukların zorunlu ihtiyaçlarını karşılama düzeyindeydi. En azından duygusal olarak bizler kendi başımıza kalırdık. Kendi başımıza olgunlaşır ya da toy kalırdık. Karakterimizi oluşturan motifleri kendi uğraşlarımızla bulurduk. Şimdilerde ise müebbet anne babalık moda. Çocukların ruhsal olarak büyümesine izin verilmiyor. Böylece kırkında kadın ve erkeklerin hala çocuk gibi davranışlarını görüp şaşıyoruz.
Bu toplumsal rol karmaşasının dışına nasıl çıkacağımız konusunda öneriniz?
Bana kalırsa eski model ana babalıktan feyz alınacak çok şey var. Köylerde olduğu gibi çocukların karnını doyurmalı (çok fazla değil tabi), hasta olduklarında iyileşmelerini sağlamalı ve onlarla dertleşmeliyiz, hepsi bu. Çocuklarımızın kendi başlarına birer birey olduklarını aklımızdan hiç çıkarmamalı ve olgunlaşmalarına müsaade etmeliyiz diyor, başka da bir şey demiyorum.
“Annesinin oğlu” (Mummy’s boy) diye bir kavram da var. Sürekli karşısındaki kadınlarda annesini arayan, daimi “mutsuz” çocuklar, bunlar. Annelerin bu durumdan rahatsız olması gerekmiyor mu? Pek çoğu gayet mutlu gözüküyor da...
Bu çok mühim mesele. Tek başına hayatta hiçbir başarılı işe imza atmamış ama sokaklarda şımarıkça dolaşan koca adamlar var. Bu kof güveni, boş cesareti genellikle annelerinden gördükleri aşırı ilgiyle ediniyorlar sizin de söylediğiniz gibi. Psikoloji okumadım ama bir tahminde bulunayım: Kadın, erkek çocuk doğurduğunda kendini iktidara bir adım yaklaşmış hissetmeye başlıyor. Kendisine benzemeyen bir cinsle kan bağı kurmuş oluyor ve toplum tarafından kolay kolay ezilmeyecek, dışlanmayacak, hayatta hiçbir becerisi olmasa bile sözüne kıymet verilecek birini doğurduğu inancına varıyor, ki haksız da değil. Daha doğuştan bir statü sahibi görünen oğlan çocuklarından beklenti düzeyi de ister istemez düşük oluyor. Sonuç olarak bu oğlan çocukları büyüdüklerinde neden mutsuz, neden tatminsiz oldukları sorularının yanıtlarını nerede bulacaklarını bile bilmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder