Selim İleri, Türk edebiyatının yaşayan ve klasikleşmiş en önemli yazarlarından. Edebiyat serüveni 41 yıldır devam eden yazarın, “Geçmiş, Bir Daha Gelmeyecek Zamanlar” roman dizisinin son kitabı “Daha Dün” geçtiğimiz aylarda yayımlandı. İleri, “Daha Dün” ile, yitik bir zaman olarak gördüğü geçmişe artık daha yumuşak baktığını söylüyor.
Geçmiş, Bir Daha Gelmeyecek Zamanlar” roman dizinizin son kitabı “Daha Dün”. Bu diziyle hayatınızdaki ve romanlarınızdaki karakterler bir kere daha karşımıza çıkıyor. Kitaptaki hayatların birbirine değerek akmasını isteyerek mi seçtiniz?
Bu kitap dizisi ilk başta düşünülmüş bir şey değildi. İlk olarak 1990’lı yıllarda, “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın”ı hiç hesapta olmayan bir şekilde yazdım. O kitapta yer alan, Refik Halit Karay’ın “Nilgün” romanından yola çıkılarak yazılan bir bölümü, deneme olarak düşünmüştüm. Fakat bu deneme gibi olan şeyin deneme olmadığını yazdıkça fark ettim. Yola çıkış şekli itibariyle yetişme çağındaki insanlar, onların uzantıları, bu 50-60’lı dönemlerindeki İstanbul ve daha çok benim yaşadığım iki semt; biri Cihangir, diğeri Kadıköy odaklı olmak üzere, bunlar ortaya çıktı. Burada ilk defa yaşanmış gerçekliğe daha fazla yer verdim. Öyle olunca da tek bir kitap olmadığını hissetmeye başladım ve o şekilde bir dizi oldu. Bir ırmak roman yazayım, gibi bir düşüncem yoktu. Kitaplar birbirini çağrıştırarak, bütünleyerek devam etti. Yaşamsal tarafı ağır basan bir çalışmaydı.
Bir yazarın, romanlarının dışına çıkarak bir “anlatıcı” halini almasının zorlukları neler? Tereddüt ettiğiniz noktalar oldu mu?
Yazamadığım pek çok şey var o döneme ilişkin. Ama bu galiba ülkemizdeki yazarların bir tür alın yazısı. Bu yalnızca yazarın kendini sansürlemesi anlamına alınmamalı, yaşadığımız toplumun bazı şeyleri ham olarak değerlendirme gibi bir durumu var. Bir tür düzeysizlik de diyebiliriz. Sizin büyük bir ilgi ve şefkatle anlatmak istediğiniz şeyler, çok çabuk sansasyonel bir hal de alabiliyor. Gündelik basının malzemesine dönüşüyor. Bu, başıma yalnız bu kitaplarda değil, “Kar Yağıyor Hayatıma”daki sanatkar portrelerini kaleme getirirken de gelmişti. Mesela; bazı kişileri çok yazmak istediğim halde, onların yazılacak tarafları benim için çok sevgi ve iyiliklere açıkken, kavrayış olarak başka kişiler tarafından birer rezalete dönüşebileceği endişesiyle -boş yere ölmüş insanları kirletmekten çekindiğim için- bir sansüre tabi tutmak durumu oluşmuştu. Burada da aynı şey var. Bizden sonraki yazarların daha özgür, açık ve nesnel yaklaşacaklarını umuyorum.
GEÇMİŞ BİR BURGU GİBİDİR
Geçmişle aranızda dostluğu nasıl kurdunuz?
Zaman bende öteden beri bir burgu gibidir. Geçen zaman birçok insan için tecrübedir, deneyimdir ama benim için geri dönülmez olarak bir pişmanlıktır. “Öyle değil de böyle olsaydı daha başka türlü olabilirdi. Şu hatanın esiri olarak bu zaman kaybedilmiş bir zamandır” diye düşünürüm. Ama son aşamaya gelindiğinde galiba artık kabullenmekte duruyor. Yitik bir zaman gibi. Yumuşuyorsunuz, yoksa başka türlü önünüzde yaşayacağınız zamanı doğru kullanma şansınız kalmıyor. Fotoğraflardan da nefret ederim. Bir zamanı dondurmaktır, mümkün olduğu kadar fotoğrafsız yaşamayı tercih ederim.
Uzun yıllardır yol arkadaşınız, daktilonuz Corona Standart… Hala onunla mı yazmaya devam ediyorsunuz?
Evet, hala birlikteyiz. Sabahleyin benim bacağım tutmuyor, onun A harfi. Öğleye doğru onun A harfi açılıyor, benim de bacağım kendine geliyor! Birlikteyiz ama çok korkuyorum bir tarafı bozulacak diye. Çünkü artık daktilo tamircisi çok az. Son tamirden bu yana 6-7 yıl geçti. Son tamir ettirdiğim dostumun dükkanı da, artık daktilo kullanılmadığı için kapandı ve ne yazık ki dönerci oldu. Şimdi kim tamir eder, ne olur, bilmiyorum.
HAYATTA EN SEVDİĞİM İNSAN, TÜRKAN ŞORAY
Türkan Şoray için hayatta en sevdiğim insan diyebilirim. Her dakika görüşmesek de hep bilirim ki Türkan Şoray vardır bu dünyada. Ona yazdığım senaryoda şöyle dedim, aramızdaki bağı anlatıyor: “Birbirimizi görmesek de aramasak da aynı sokaklardan geçeceğiz.”
YALNIZLIK, OKURLARI SÖMÜRMEK İÇİN İYİ BİR FIRSAT!
Bir röportajınızda “Yalnızlık sanıldığınca can yakmaz. Çoğu kez arındırır, sizi alıp çalışmaya götürür, gel-git en sadık dostunuz olur çıkar.” diyorsunuz. “Yalnızlık” yazar için aslında gizli bir konfor mu?
Muhakkak bir konfor. Bir de, okuyucuları sömürmek için iyi bir fırsat galiba! Başta insan böyle düşünmüyor, bir tür kişisel yakınma olarak algılıyor. İç yakınma gibi bir dürtü olarak görüyor. Zamanla sizi okurla, en azından yalnız okurlarla buluşturan bir noktaya getiriyor. Ama bunun dışında, çalışmak açısından bütün mesuliyeti ona vermenizi sağlıyor. Yalnız olmayan bir insan, başka kişilerin de sorumluluğunu taşıyan insandır. Bir aile hayatı, çoluk çocuğunuz ya da akrabanıza ayırdığınız vakit, yazıya ayıracağınız vakitten alır. Yalnız insan, bir anlamda zamanının büyük bölümünü, eğer istiyorsa yazıya ayıracak kişidir. Bu, hem bir lüks, hem de bir anlamda sığınma noktasıdır. Bir de yalnızlık ne kadar içinizi sıksa da canınızı yakmaz ama başka insanlar bazı zamanlar hayatınızı cehenneme çevirebilir.
Yani yalnız olmak mutlu ediyor sizi…
Bazen ediyor, bazen etmiyor. Yaş aldıkça bunun üzerinde çok fazla durmuyorsunuz. Mutlu etti mi, bilemiyorum ama çalışma açısından büyük olanak sağladı. Yalnızlık hem iyi bir şey, hem de zaman zaman niye başkaları gibi olamadığınızı sorgulatan bir şey.
İDEOLOJİLER SANATA BİR ANLAM KATMAZ
Türkiye’de yazar olmak, her dönem beraberinde sıkıntıların gelmesi anlamını taşıyor. En çok hangi dönemde canınız yandı, anlaşılmamak sorununuz oldu?
En başından itibaren böyle bir problemi yaşadım. Herhangi bir çevrenin, siyasi grubun kişisi, üyesi olmadığınız zaman bu gibi şeyler yaşıyorsunuz. 1970’ten bu yana bunu yaşıyorum. O dönemin dergi ve gazetelerini eşelediğiniz vakit, “Her Gece Bodrum” kitabımla ilgili burjuvaziye hizmet ettiğime dair şeyler yazılıyordu. Devrime karşı olduğumu söyleyen son derece kırıcı eleştirilerdi. Ama ben garip bir inatla -çekingen olmama rağmen hayatta- yazıda bildiğimi okudum. İdeolojik meselelerin sanata ve edebiyata bir anlam katmayacağını fark ettim. O şekilde yol alabildim. Baskılar hep oldu. Son dönemde de yine başıma geldi. Oysa ben yaşanmaz zannediyordum.
Ekşi Sözlük’te sizin için şöyle bir yorum yapılmış: “Nezaket, abartısız tevazu ve gerçek.” Bu kadar naif ve nazik kalmayı neye borçlusunuz?
İnsanın kendi kendine bir elbise giymesi gibi kuşandığı bir yanı da var. Bir süre sonra başkaları size bunu söylediği vakit öylesine büyük bir mutluluk duyuyorsunuz ki, doğal haliniz olmaya başlıyor. Sevgiye hasreti çok fazla olan bir insanım, belki de kendimi beğendirmek için her türlü nezaketi bu yüzden yapıyorum! Zaman zaman nezaketimi kaybediyorumdur, kalp kırdığım da oluyordur ama öncelikle dinlemeyi bilmek gerekiyor. Başkalarıyla empati kurmak çok önemli insan ilişkilerinde.
"Selim’in bir özelliği de herkese eşit oranda saygı duymasıdır" demiş arkadaşınız Müjde Ar. Birçok yazarın aksine sanat dünyasında sevilen bir isimsiniz. Bunun sırrı ne?
Sanatı bir bütün olarak alıyorum. Onlara olan hayranlığımla onları tanımak istemişimdir. Onların yanında olmak istemişimdir. Gelişkin ülkelere baktığınız zaman bütün sanatların kardeş olduğunu görürsünüz. Beslenmek için sanatların iç içe olması gerektiğine inanıyorum.
Türkan Şoray ile aranızdaki bağı biliyoruz. Dostluğunuz nasıl başladı?
Her şey Türkan Şoray’a olan tutkumla başladı. 60’larda Yeni Melek Sineması’nda Metin Erksan’ın yönettiği “Acı Hayat” oynamıştı. İzlerken bir filmin oynadığını, film seyrettiğimi unuttum ben. Öylesine sahici bir oyunculukla karşılaştım ki, gerçekten de öyle bir acı yaşıyormuş, ona şefkat göstermem gerekiyormuş diye düşündüm. Bir gün de Taksim Meydanı’nda yine bir film çeviriyordu. İlk kez de onu orada gördüm. Uzaktan bana gülümsediğini zannettim ama öyle bir şey yoktu! O bakış, bana bakmadığı halde baktığını zannetmek, uzun süre kendi içimde gelişen bir duyguydu. Sonra Türkan Hanım ile bir filminin senaryosuyla ilgili olarak tanıştık. 1980’lerde ise ilişkimiz bir dostluğa dönüştü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder